Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Orhan Demircan, meme kanserinin her 8 kadından birinde görüldüğünü, erken teşhisin hastalıkla mücadelede en önemli unsur olduğunu söyledi.
Acıbadem Adana Hastanesi Prof. Dr. Orhan Demircan, toplumda meme kanseri farkındalığını artırmak ve bu konuya dikkat çekmek için merak edilenleri Acıbadem Adana Hastanesinde gerçekleştiren etkinlikte izleyicilerle paylaştı. Gerçekleştirilen etkinlikte, meme kanserindeki belirtiler, risk grupları, erken tanı için yapılması gerekenler, tedavi yöntemleri ve yeni cerrahi uygulamalar konusunda aydınlatıcı bilgiler sunuldu.
“ERKEN TEŞHİS ÇOK ÖNEMLİ”
Yapılan çalışmalarda, dünyada her yıl 1.7 milyon kadına meme kanseri tanısı konulduğunu belirten Prof. Dr. Orhan Demircan, hastalığın her 8 kadından birisinde görüldüğünü söyledi. Erken teşhisin hastalıkla mücadele edebilmenin en önemli unsuru olduğunu belirten Prof. Dr. Demircan, bunu yapabilmenin en önemli yolunun, hastalık konusunda farkındalığı artırarak erken tanı alan hasta oranını yükseltmek olduğunu kaydederek şöyle devam etti:
“Erken tanı sayesinde, meme kanseri sıklığının artmasına karşın yaşam kayıplarının önüne geçebilmektedir. Günümüzde erken tanı ve meme kanserinin tedavisindeki yeni yaklaşımlar, hastalığın tedavisindeki başarının yanında, meme alınmadan da hastalığın tedavisine olanak sağlamaktadır. Bu durum, aynı zamanda kadın için simgesel önemi olan memenin alınması kaygısını gidermektedir. Erken teşhisle gelen başarılı tedavi süreçleri, kadınların yaşam standartlarında iyileşme sağlayarak, sosyal yaşamını ve kimliğini koruyabilmesi açısından da çok büyük önem taşımaktadır. Bu nedenle meme kanserine yönelik alınabilecek en önemli önlem ve temel hedef kadınları meme sağlığı konusunda eğitip, farkındalık oluşturmak”
“BU BELİRTİLERE DİKKAT EDİN”
Memede ele gelen kitlenin kanserin en önemli belirtisi olduğunu anlatan Prof. Dr. Orhan Demircan, “Meme başından kanlı akıntı, meme başında kaşıntılı bir lezyonun bulunması, meme cildinde veya meme başında çekinti de kanserin diğer belirtileri arasında yer alıyor. Ayrıca, koltuk altında şişlik, memede ödem ya da yaranın bulunması ise hastalığın ilerlediğine işaret ediyor” dedi.
Bu noktada kadının kendine çok büyük görev düştüğünü belirten Demircan, “Hiçbir meme yakınması olmayan kadınlara, 20-40 yaş arasında düzenli olarak kendi kendini muayene ve yıllık hekim kontrollerini ihmal etmemeleri gerekiyor. 40 yaşından sonra ise elle muayeneye, düzenli hekim kontrollerinin yanına yıllık mamografi ekleniyor. Risk grubunda yer alan kadınların ise, hekime başvurarak uygun takip periyodları belirlemesi önem taşıyor” ifadelerini kullandı.
ERKEKLER DE RİSK ALTINDA
Diğer kanser türlerinde olduğu gibi meme kanseri için de bazı risk faktörleri bulunduğunu söyleyen Demircan, “Bunun başında da elbette kadın olmak geliyor. Çünkü her yüz kadın meme kanserine karşılık bir erkek meme kanseri görülüyor. Bununla birlikte, ailesinde ve özellikle birinci derece yakınlarında meme kanseri öyküsünün olması, çocuk doğurmamış olmak veya 30 yaşın üzerinde doğum yapmış olmak, erken adet görmek, geç adetten kesilmek, adet sonrası uzun süren hormon tedavisi görmek ve kilolu olmak da diğer risk faktörleri arasında yer alıyor. Özellikle BRCA 1 ve BRCA 2 gen mutasyonu bulunan kadınlar da risk oldukça artıyor. Bu kişiler de, yüksek riskli hasta grubu olarak farklı takip protokolleri uygulanıyor. Toplumda, risk faktörü bulunmayanların meme kanseri olmayacağına dair yanlış bir algı var. Meme kanseri teşhisi konmuş hastaların yüzde 80’inde bu sayılan risk faktörlerinin hiçbirisinin bulunmuyor” diye konuştu.
MEME ALINMADAN DA TEDAVİ MÜMKÜN
Meme ile özel uğraşan cerrahların temel hedefinin en iyi yaşam beklentisi ve yaşam olanağı sağlayan tedavi şeklini seçmek, olanaklı ise hastaya ameliyathaneden kendi memesi veya yerine yapılan bir meme ile çıkarmak olduğunu kaydeden Demircan, şunları söyledi:
“Erken tanı alan hastalarda uyguladığımız sentinel lenf bezi biyopsisi (Bekçi lenf bezi biyopsisi) ile koltuk altındaki tüm lenf bezlerini çıkartmadan tedavi yapabilme şansının bulunuyor. Bu yöntemin uygulanabildiği hastalarda kolda şişme, ağrı, kolu kullanamama gibi olumsuzluklar yaşanmıyor, daha kaliteli ve sorunsuz bir yaşam sürdürebilme şansı elde edilebiliyor.”
(İHA)